Wednesday, February 18, 2009

Solo show: 'City Log / Şehir Defteri'/ Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi İstanbul







O, artık, modern bir İslam kadını
Annem onay veriyorsa sorun yoktur

Jülide Karahan, İstanbul
Söyleşi 6 Şubat – 15 Mart 2009 tarihleri arasında sanatçının, Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde gerçekleştirilen ‘Şehir Defteri’ adlı sergisi dolayısıyla Radikal Gazetesi’nde yayınlanmak üzere yapılmıştır. Söyleşi daha sonra gazetede yer almamıştır.

Ferhat Özgür’ün Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’ndeki ‘Şehir Defteri’ sergisi; 1990’lar boyunca el altından, 2000’den itibaren de alenen tutulan bir şehir güncesi gibi. Fotoğraf ve video yardımıyla tutulan bu günce; sanatçının doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı ve çalıştığı yer olan Ankara’nın değişim, dönüşüm ve yıkımlarını sosyal yansımalarıyla birlikte sunuyor izleyiciye. Özgür’ün 10 yıllık bir zaman diliminde dağınık dağınık ürettiklerinin toplamı olan sergi; sanatçının zihnini meşgul eden meselelerin şehir ve birey ilişkisi olduğunu farkedip ‘Evet budur’ demesiyle temellenmiş. İzleyiciden beklenen, sanatçının nelerle uğraştığını anlaması ve sergiden bir imgeyle ayrılması... O imge de... Bizzat şehir.

Dönüşen ve değişen şehirle, dönüşen ve değişen bireyin ilişkisini sorguluyor sergi. Güçlü biçimde hissediliyor bu ve aslında oldukça seküler bir mesele. Peki dini motifler neden bu kadar öne çıkıyor?

Sergi, sosyolojik bir yaklaşımla Ankara’nın 1990, ağırlıklı olarak 2000 sonrası portresini çiziyor. Ama aslında Ankara bir sembol. Onlara Türkiye’nin portresi gözüyle bakmalıyız. Fotoğrafların arkalarında öyküler ve sosyolojik söylemler var. Üçüncü Dünya ve Orta Doğu coğrafyasında din/inanç olgusu devreye girmeden hiçbir şeyden söz edemeyiz. Çalışmalarımın tümünde, din, göç, yoksulluk, dramlar vs gibi temalar hep belirgin.

Bir dakika... 2008’de ürettiğiniz ‘Şarkı Söyleyebilirim’ ve ‘Şimdi Dans Zamanı’ isimli iki videonun dikkat çekeceğinin farkındasınız değil mi?

Evet, o iki iş dikkat çekiyor. Şarkı söyleyen ve dans eden kadınlar. Birinde türbanlı bir kadın ‘Şükürler Olsun’ şarkısına playback yapıyor. Diğerinde ise kara çarşaflı bir genç kız tekno müzik eşliğinde dans ediyor. Değişen ve dönüşen şehir manzarasına karşı kendi varlıklarını korumaya çalışıyorlar. Kadın dans ediyor, kendini kaybediyor, şehrin farklı yerlerinde, herkesin görebildiği noktalarda, bireyselliğini tüm gücüyle dışa vuruyor ama inançlarını koruyor. Benim vermek istediğim biraz da İslamın modernleşen, değişen yüzü. Kendini kapatan kadın, bir yandan da her şeye rağmen modernizmi yaşamaya çalışıyor. Kendini kapatıyor olması, kendini 500 yıl öncesine kapattığı anlamına gelmiyor. Bugünü görüyor...

Bu iki iş, serginin ana imgesinden uzaklaştırmıyor mu bizi? Şehir ve birey odağından... Değişen bir şehir ve değişen bir birey; tamam ama neden bu değişimi özellikle türbanlı kadınlar üzerinden göstermeye çalıştınız? Aynı etkiyi herhangi bir teyzemiz, herhangi bir amcamız veremez miydi?

Serginin temasını düşününce alakasız mı geliyor? Kadının o atmosferde dans etmesi önemli. 90 sonrası değişimin yüzü bu. Ne dendi adına? İslamın ılımlaşması. Eğer başı açık bir kadını dans ettirseydim anlam değişirdi. Serginin genelinde zaten amcalar, teyzeler var. Onların içinde türbanlı bireyler de var. O bireyleri böyle bir videoda gösteriyorum çünkü; din, göç, modernleşme, kentsel dönüşüm ve bireyin bu dönüşüm içindeki konumu... Yelpaze geniş. Türkiye’ye özgü bir gerçeklik bu. Açık figürler kullansaydım aynı etkiyi veremezdim.

Rencide edebileceğini düşündünüz mü? Biraz erotik bir tavır da var çünkü kadınların hallerinde. Olmayabilir de...

O konuları çok düşündüm. Ama endişeli değilim. Hiçbir işimde rencide etme ve aşağılama yok. Öyle bir sanat dili bana yakın değil. Ama şimdi ben sorayım; dans etmek kötü bir şey mi, eğlenmek? Orada kadının kendi kimliğini göstermek ve yaşamak istemesi var. Nasıl diyeyim? O, artık, modern bir İslam kadını. İnanan, inançlarından taviz vermeyen ama dans eden... Hayata bakıyor, olan bitenin farkında. Şehir değişiyor, modernleşiyor, o da modernleşmek istiyor ama bir taraftan da muhafazakar yapısını koruyor. Bence erotizm yok. Modernleşen İslam kadınına duyduğum saygıdan yaptım bu işi ben. Zaten annem 5 vakit namaz kılan bir kadın. İşlerimi önce ona gösteririm. O onay verirse sorun yoktur.

Yine 2008 tarihli “Kırda Öğle Yemeği” isimli fotoğrafta küçük kız parmağıyla camiyi işaret ediyor. Bu tam olarak ne? Evrensel bir resmi Ortadoğulaştırmak mı, yoksa daha fesat bir yaklaşımla dini inançları bir tehdit unsuru olarak görmek mi?

İş üretildiği coğrafyanın tozunu, dumanını taşısın istiyorum, bu doğru. O fotoğrafta sefalet, şiddet, güvensizlik, tehdit, kuşku... Hepsi birarada. Dini tehdit olarak kullananlara bir eleştiri gibi okunabilir tabii. Ama işaret edilen gökyüzü, boşluk ya da cami olabilir. Net değil. Fotoğrafta birtakım sosyolojik gerçeklerin işareti olarak trajik bir peyzajın ağırlığı söz konusu. Ne oluyor, ne bitiyor, şiddet mi geliyor, bireyler arası ilişkiler mi dengesizleşiyor? Kentleşme, modernleşme bir kurtuluş mu?

Cevap?

Tabii ki aramamak lazım. Çünkü sanat yapıtından bir çözüm beklenemez. Bu bir rapor değil, bir tez değil, sadece bir kurgu. Bir yerde anlam kapalı kalmalı. Yoksa karikatürize edersiniz. Şu şuna işaret ediyor, bu bunu anlatıyor derseniz olmaz. Dayanılan sosyal gerçeklikler mutlaka var ama her bir figürün bizzat işaret ettiği bir mesaj da aramamalı.

Sergide kişisel tarihinize yönelik otobiyografik okumalar yapabilir miyiz? Şükriye Mahallesi Yan Sokak sakinlerinden hareketle...

Kesinlikle. Ama o mahalle; eski adı Şükriye Mahallesi, şimdiki adı Şehit Hakan Çalışkan Sokak; aslında bir tür sembol. Orada olup bitenler Türkiye’de olup bitiyor. Ankara’nın, dolayısıyla Türkiye’nin bir yüzü. Doğup büyüdüğüm yer. Biz orada, Ankara Hastanesi’nin bahçesinde basketbol oynardık. O saha yokken, bahçeydi orası. Kuş üzümleri vardı içinde. Parmaklıklardan atlar, onları toplardık. Bekçiler bizi kovalardı. Biraz ileride Ankara Hapishanesi’nden kaçan mahkumları görürdük. Bir mahkum firar eder, özgürlüğe giderdi. Aynı anda hastanenin acil servisine kan revan içinde bir hasta gelirdi. Derken sahanın altına mescid kuruldu, basketbol oynanamaz oldu. O sokağın acılı bir geçmişi var. Mahkum olanlar, kendini asanlar... Metaforik olarak çıkışı zor bir sokak o. Fiziki olarak da çıkışı zor zaten. Sokağın sakinlerini ard arda dizip fotoğrafladığım iş, bir nevi otoportresi oranın. Hepsi aynı anda, aynı saatte güneşli bir Pazar günü o anı paylaşmak üzere dışarı çıktılar. İlk ve son defa.

Anneniz başrol oyuncusu...

Evet annem, sonra akrabalar... Her seferinde ‘ne bu şimdi’ diyorlar ama ben onlara işin amacını anlatıyorum, kabul ediyorlar. Kolay olmuyor tabii. Tuhaf geliyor. Bazen “Sen şimdi ressamsın, yap resmini, bırak Allah aşkına, ne uğraşıyorsun bunlarla” diyorlar. Resimde istediğiniz figürü istediğiniz yere yerleştirir, istediğiniz kurguyu yaparsınız. Burada öyle değil. Resmi hayatın içinde yapmak daha zahmetli. Bu anlamda kamusal sanat yapyorum. İşin üretim süreci kamusal alanda çünkü. En son 7 saat süren bir çekim yaptık mesela. Yeni bir iş için. İsmi Vasiyet/10 Emir. Vasiyetimi bırakıyorum. Ben ölüm döşeğindeyim, onlar çevremde. Çeşitli dönemlerde ürettiğim işlerin girmesi gereken koleksiyonları anlatıyorum. Mesela madde 1. Tate Modern’de retrospektifim yapılsın.

Sanatçının meşruiyet kaygısı mı? İçselleştirilmiş bir refleks mi bu?

Evet, benim kuşağımın kaygıları. Hem sistemi eleştiriyorum, hem de o sistem tarafından görmezden gelinmeye isyan ediyorum. Bunu söylemekten de gocunmuyorum. Ben kendimi o noktalarda görmek isterim, bunu hakettiğime inanıyorum. Onlar da bunu görsün gibi bir snobizm de var tabii.

Siz görünen bir sanatçısınız aslında...

Ama yeterli değil demek ki. O bahsettiğim yerlerde yokum. Sanatçılar biraz böyledir, önlerinde kocaman bir boşluk ve ulaşılmak istenen bir nokta vardır. O noktadan sonra başka bir noktaya göz dikerler ve kendilerini sonsuz kere var etmek isterler.

Batı olmadan meşru olunmuyor değil mi? Ülke içinde bile İstanbul’a gelinmeden olunmuyor...

Hem olunuyor, hem olunmuyor. Ama biz de Batı’nın onayını almak her zaman en önde gelen ölçüttür. Bir de Ankaralı, İzmirli vs. sanatçı; kıyıda kalmış gibi algılanıyor. Oradaki terkedilmiş coğrafyanın zavallı ve kimsesiz direnişçileri gibi; vah, vah, vah... Aslında öyle değil. Ankaralı bir sanatçı olarak kendi şehrimde güncel sanat adına bir mücadele veriyor, bir sonraki kuşağa bu virüsü bulaştırmaya çalışıyorum.

Mücadeleniz işe yarıyor olmalı ki Ankara’dan güzel haberler geliyor buraya. ‘Söz Masal, Karmaşık Anlatılar” ve ‘Documenta 12 Arşiv Sergisi’ gibi...

Umarım devamı gelir. Ankara’nın sorunu, güncel sanatı destekleyecek ve anlayacak kurumların olmaması. Anlatamıyorsunuz. Mekân yok. Bir daireyi bir aylığına kiralayıp orada sergi açmayı filan planlıyor gençler. Düşünün, Ankara’nın bunca zengini ne yapar? Şehir bu kadar jip ve alışveriş merkeziyle doluyken neden çağdaş sanatı destekleyen birileri çıkmaz?

Modern Sanatlar Müzesi ne oldu?

Geçenlerde Kültür Bakanı orası için “Ankara çok yakında 10 bin metrekarelik bir şeye, mekâna, sergi salonuna kavuşacak.” dedi. Yatırım yaptığı yerin adını bile bilmiyor daha. Açılsa ne olacak ki... İyi işletilecek mi? Yeterli profesyonel bir yönetim, küratör kadrosu var mı? Bırakın onu, bir küratör atamayı düşünebilirler mi, hiç sanmıyorum. Orası da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi gibi bir iki yıl içinde amatörleşir. Şehirleşme bağlamında da Ankara’dan ümitli değilim aslında. Şimdi birbirine yakın, tek tip bloklar inşa ediliyor şehre. Ortak alışkanlıklar türesin ve iktidarın denetim mekanizması kolaylaşsın diye. Sıkıştırılmış bloklar, yanında bir cami. Komşun namaza gidiyor, sen de gidiyorsun. Gitmeyene kötü gözle bakılıyor. İktidar söylemini bu sıkıştırılmış bloklar aracılığıyla yayıyor.

İktidar bu kadar bilinçli mi? Yoksa bu sadece basit bir rant meselesi mi?
Her ikisi de galiba. Bu iktidar o kadar bilinçli demek istemiyorum ama her bölge bu şekilde inşaa ediliyor. Oralar iktidarın bir sonraki seçimi için kurtarılmış bölge oluyor sonra. Sadece rantla açıklayamayız. Ortak alışkanlıklar ortak ideolojiyi oluşturuyor. Ya kandırılmış masumiyetler, ya çaresizlikten verilen oylar... Ankaralı Melih Gökçek’e üç seçimdir oy veriyor, düşünün. Bir daha gelirse, artık bu şehir için çırpınıp durmayacağım.

Politics of Redistribution


THE POLITICS OF REDISTRIBUTION

18 February – 7 March 2009

Opening: 17 February 2009, 19.00 – 21.30

BM:UKK

Stadt Wien - Kulturabteilung MA 7

Arbeiterkammer Wien / The extension of the exhibition will be shown in a collaborative effort with Magazin4-Bregenzer Kunstverein:

Opening

27 February | 28 February - 21 June 2009

Project Curator: Sabine Winkler

Participating artists:

Raymond Taudin Chabot

Harun Farocki

Twin Gabriel

Isaac Isitan

Anna de Manincor

Elke Marhöfer

Sabrina Malek/Arnaud Soilier

Ferhat Özgür

Barbara Musil

Tadej Pogačar

Hannah Starkey

The transformation of the socio-political system over the last twenty years, the neoliberalization of a broad spectrum of political, social and economic areas, and the impact of this and the consequences for society are omnipresent and yet hidden. Increasing poverty as a result of increasing wealth, the withdrawal of solidarity within society, the precarization of living conditions, the impoverishment of the middle classes and dramatic dangers to the livelihood of socially disadvantaged population groups, and the extreme divergence of income opportunities are peddled by government parties and their economic experts as essential measures to implement national austerity concepts to clean up the state budget and as a necessary instrument to increase economic growth. Decreed by neoliberalism, the tasks and benefits of the social welfare state are gradually eliminated. The redistribution of capital – benefiting corporations and shareholders – and the associated new establishment of social inequalities mark everyday life structures. The inflation of the concept of the social has resulted from a constructed necessity of neoliberal action and from constructed fantasies of economic salvation, thus successfully accelerating the dismantling of the welfare state.

The consequences are that the population is depoliticized, abandons solidarity, becomes powerless and impoverished at the symbolic level and the real level, and loses all perspectives at the level of imagination. The dismantling of the welfare state is the declared goal and determines a daily life of social inequality. Tax reductions for corporations, lay offs in favor of share gains, and low wages for more and more working hours produce conditions of inequality and poverty. The state and the middle class become poorer and power relations are shifted in the direction of capital oligarchy. The dismantling of the welfare state is an objective of right-wing conservative classes, who have succeeded in establishing their political and anti-social program as the mainstream through marketing strategies and media support. Eliminating jobs increases equity capital and wages are cut; realities are created, in which salaries are paid that is not enough to live on and have to be supplemented by the state. At the same time, state benefits primarily support the neoliberal business strategies of corporations and not the workers.

What effect do these changes have within social systems? The most precarious, of course, are the weakest, young people, migrants, single mothers, pensioners and the unemployed, because they either have to pay more or they are affected by reduced benefits. There is an increasing spread of a lack of prospects, a feeling of being overwhelmed, poverty and discrimination, leading to a call for a more equitable social distribution. No one is talking about shorter working hours as a proposal for stimulating redistribution structures, although this would be a crucial factor in combating mass unemployment. In response to a lack of social policy and as an alternative to the capitalist market there are counter-models emerging, such as basic income or self-organized cooperatives or parallel markets restructuring distribution systems.

Consequences of these developments are to be made visible and analyzed in this exhibition within socio-political and private systems. The exhibition will address consequences of neoliberal reality such as inherited poverty, lack of education and the lack of prospects among young people, and the emergence of parallel markets and raise the question of models of sociality or a society of solidarity and what social policy should look like. One model would be that of basic income, which like parallel markets represents a reaction to the failure of mainstream policies and implies a different distribution system, as well as self-organized cooperatives, which are developing self-determined communal forms of living and working and practicing new distribution mechanisms. Or could a shortening of working hours with full wage compensation not end mass unemployment and effect a more equitable distribution of work in terms of shorter full-time work?

Alternative systems of redistribution such as parallel markets, basic income or self-organized cooperatives are to be explored, and the question of sociality to be further examined. How important are concepts such as solidarity, the commons and social action today in the context of society?

About us:

Open by appointment only, admission free

Open Space

Zentrum für Kunstprojekte

Lassingleithnerplatz 2

Wien 1020

Austria

(+43) 699 115 286 32

for more info: office@openspace-zkp.org

http://www.openspace-zkp.org

Open Space - Zentrum für Kunstprojekte aims to create the most vital facilities for art concerned with contributing a model strategy for cross-border and interregional projects on the basis of improving new approach.

Magazin4 – Bregenzer Kunstverein

Bergmannstraße 6

6900 Bregenz

Austria

(+43) 5574 43971

mail@magazin4.at